Roma Nereye Gidiyor
Bacakları arasından gemiler geçen dünya harikası büyük Rodos Heykeli bugün yok. Yunan’ın mimarideki devlerle pazarlığı, Roma’da yüz seksen bin kişilik Maksimus arenasına dönüştü! İnsanların hayvanlara parçalatıldığı, İskender’in kıtaları beşik gibi sallayarak giriştiği inanılmaz fetihler, Roma’nın muhteşem askerî teşkilat ve haritasının öncüsü oldu.
Tarih, göğsü kabararak yazıyor kabına sığmayan bu askerî gücü! Roma hiç yaşlanmadı, unutuldu! Unutturan: İsa! Açlık ve sefalet içindeki halklar, tarihin ardından en çok sözünü ettiği insan İsa’nın peşine düştü! İsa, yerlere göklere sığmadı! Yeryüzünde hiç kimse, İsa gibi dramatik bombalarla insan ruhunda devasa izler bırakmadı! Dramatik bombası: Merhamet! İsa’yı yeni keşfeden Avrupalının gözünde Roma, bir günde, kaba, zalim, mizahı cüce, hoppa, hovarda ve sınırsız zevklerin, şeytanların ülkesi oluverdi. İsa’yla tanışan Batı, Roma’yı öyle unuttu ki, inanılır gibi değil, tam on iki asır! İsa, Yunan’ın eleştirileri, filozofik zekâsına, Roma’nın devasa gücüne nihai yumruğu indirdi, onüç-ondört asır susturdu, hem Yunan’ı, hem Roma’yı!
İznik Konsülünde Arius, o bir insandı dedi. Konsülün diğer üyeleri ise “Hayır, o bir Tanrı’ydı†dediler, öyle oldu! İsa, Roma’nın devasa askerî gücüne merhameti şiirsel bir ruh özgürlüğüyle anlattı. “Hayır, o bir insandıâ€, yoksulların, zulme uğrayanların yardımcısı, bizim gibi acı çekmiş bir insandı diyen Arius’u bugün kim tanıyor?
İsa’yla birlikte asılan iki basit hırsızı da kimse tanımıyor. Oysa bu iki hırsız, İsa’yla birlikte asılmıştı, bütün ruhların kurtarıcısı, bağışlayıcısı Tanrı’nın yanında ufak, tefek, eften püften iki hırsızın lafı mı olur?
Yoksulluğun ve merhametin yalın, çekici, ezgili elçisi İsa’yı çarmıha geren Roma İmparatorluğu’ydu. Bu ‘sıradan, hor görülen’ insanın Tanrı olduğuna karar veren de, aynı Roma İmparatorluğu oldu. İznik Konsülü’nü, Doğu Roma İmparatoru Konstantin düzenledi. İstanbul başkent yapıldıktan sonra bu büyük karar alınmış, Roma’da görüldüklerinde yakılan, öldürülen Hıristiyanlar ve onların Tanrı’sı İsa, baş tacı edilmişti.
Roma’dan Bizans’a giden yolda en büyük değişiklik budur: Roma, çok tanrılı mabetlerin şehriydi, Bizans kendini kiliseye teslim ediyordu. Roma güç, zaferdi, Bizans, yalan! Roma, coşkuyla hayatı istedi, Bizans ölümü, ahreti! Roma, senatonun, Cicero’nun şehriydi, Bizans papaz-polislerin ülkesi! Roma’da mitolojik tanrılar, Bizans’ta azizler, evliyalar! Roma’da ünlü demokratlar, hatipler, çılgın müsrif zenginler vardı, Bizans’ta manastırlar, rahibeler, ilahiler! Roma ihtişam, eğlence, savaştı, Bizans’ta dinî ürperişle hayatın dünyadan kovulduğu çürüyüş!
Roma’nın mermerden askerî dehasına Bizans’la ruh verilmişti! Karanlık ve lanet yüzlü rahiplerin elinde gevşeyen askerî güce, Avrupa yeni bir meydan okumayla tempo kazandırdı, bu, Venedikli, Cenevizli tüccarların sınır tanımaz ticaretleriydi!
Artık büyük kahramanlar fetih ordularının askerlerinden çıkmıyor, Kudüs’ü, ya da kilisenin geleneklerini koruyan rahipler azizleşiyor, kutsallık makamına çıkıyor, ya da büyük siyasi kararlar Venedikli, Cenevizli tacirlerin etkisiyle alınıyordu!..
İşte o gün, bugün, rahiplerin ve tüccarların hammaddesi olmuş Anadolu topraklarında azizi, rahibi, hocayı, kutsalı karşısına alarak iktidar kurmuş tek bir komutan, padişah, vali, bey yoktur! Ta ki, Mustafa Kemal’e kadar!..
Roma, Bizans gibi Osmanlı da halkına tepeden, “saraydan†baktı!
Mustafa Kemal, Anadolu’nun kaderini kilitleyen tarihin en büyük kördüğümünü kılıçla kesti!
Bizans’ı fetheden Fatih değil, Mustafa Kemal’dir, başkenti Ankara’ya taşıdı, Anadolu’yu karanlık tarihinden kopartmak istedi, çocuk şarkıları ve ütopik bir düşsellikle!
Kral ile Papa, padişah ile şeyhülislam, Bizans ve Kudüs, Osmanlı ve Kâbe... Fatih, fethettiği Bizans’ın siyasi, sosyal teşkilatını miras almıştı! Roma’nın, Bizans’ın lejyonerleri, Osmanlı’nın devşirmeleri!
Ve hikâyemizin başkahramanı Mustafa Kemal’in hâlâ çözülemeyen trajedisi burada başlar. Cumhuriyet, tarihin karanlık çağlarına ve bu çağlar içinde inim inim inleyen siyasi, sosyal Doğu kaynaklı tüm seslere, “İyi geceler†dedi!
Oysa o karanlıklar içinde, askerler Allah için cenk eder şehit düşerdi, türbelerini, Kur’an ve ilahi dersleri almış türbedar (bekçiler) korurdu. O kadar asker şehit düşerdi ki, o kadar türbe bekçisine ihtiyacımız vardı!
Her şey batılılaşıyor da, “şehitlik†asla, Mustafa Kemal din şehitliğinden Ziya Gökalp’in yardımıyla “vatan şehitliğiâ€ne büyük bir girizgâh yaptı, sesler ham ve cazırtılı olmasına rağmen, çok geçmeden sağcı ideolojiler vatanı da din gibi, dinden saydılar. Köylülükle özdeşleşmiş Anadolu’da bu hikâyeyi yazmak o kadar zordu ki, ne aydınlar kalkabildi altından ne genç cumhuriyet!
Ve sözün özü, asker artık, kahramanlık-şehitlik türbesine bekçi istemiyor! Bu yüzden, sekiz yıllık eğitim kararını darbe pahasına gerçekleştirmek istiyor!
Asker, tarihi, imparatorluğu, devletleri, onlarca meydan savaşını birlikte verdiği, etle tırnak, beden ve ruh gibi aynı mermer sütunda bütünleştiği Süleymaniye, Selimiye, Mohaç’taki Çanakkale’deki Allah dostunu, ebedi yol arkadaşını, asırları birlikte çiğneyerek geldiği özbeöz, kanından canından kardeşlerini terk ediyor!
Bizans’tan kurtulmak için yeryüzünün bu en güzel şehri İstanbul terkedilip çorak, bozkır, üstünde tek bir ağacın, mimari yapının dahi olmadığı Ankara başkent yapılmıştı, şimdi, daha da başka bir şeyler oluyor!
Şehitlerinin türbesine iki cihanda türbedarlık yapan, dualar okuyan, bayram sabahları huzurunda diz çöktüğü, annesinin gözyaşı, Yunus’u, Mevlâna’yı, Mehmet Akif’i aynı derin ruh coşkusuyla okuduğu öz kardeşleriyle asker artık, aynı kışlada, aynı saflarda, aynı yatakta, aynı cephede, Allah hepimizi korusun, artık aynı evde kalmak istemiyor!
Özbeöz kardeşlerinden iğreniyor, ürküyor, nefret ediyor! Böyle olmasını hiç kimse istemezdi, bu sosyal demokratların dahi işine geliyor: Çünkü Anadolu halkının dinamiğini kilitleyen ruh: Türk devlet ideolojisi çözülmüştür! İki kanlı cephe! Bir tarafta öküz kafalı sosyal demokratlar, diğer tarafta maşrapa kafalı İslamcılar! Aydınlarından, kültürden, eleştiriden uzak her iki cephe de Anadolu halkının kalbini deştiler! Sağcı, liberal, devletçi, sosyal demokrat, muhafazakâr aydınlar, Türkiye lâiktir diye tempo tutan Beethovenciler .ötlerine kına yaksınlar! Başardılar!
İnanılmaz şeyler oluyor, ömürleri zindanlarda geçmiş solcular dahi, Cumhuriyet’in kazanmalarıdır deyip, Şevki Yılmaz’ın konuşmalarına bakıp, yorganı, hepimizin üstüne birlikte örttüğümüz tarihin o büyük yorganını yakıyor!..
Neymiş efendim Cumhuriyet’in kazanımları! Mustafa Kemal sanat müziğini kovdu, operayı getirdi diye anlayan bu zavallı Beethovenciler mi?
Mustafa Kemal bu topraklara operayı değil, bu topraklardaki insanlara beste yapar gibi tarla sürmeyi öğretti! Mustafa Kemal bu topraklardaki insanlara, kuru incir, üzüm, tütün, pamuk üretmeyi, satmayı, “ürünlerin†diliyle konuşmayı öğretti. Mustafa Kemal, buğday başaklarıyla yoksul bir halkın kaderini değiştirmeyi öğretti!
Cumhuriyet’in ilk kırk yılı, üfürükçülerle, hocalarla değil, pancarla, pamukla, tütünle, fındıkla, buğdayla, çoğaltmakla, öğrenmek, bunlarla kendine bu koskoca ve amansız, devasa sanayi dünyasında kendine bir küçük dünya kurmaya başladığı yıllardır!
Mustafa Kemal, Çankaya’dan baktığında, on beş yılın her bir günü, aç, susuz, yolsuz, ağaçsız, kupkuru bu bozkırları gördü! Siz şimdi ne görüyorsunuz? Beethovencileri mi? Mustafa Kemal’in kazanımları, kendi kendine yetmektir, kendi tarlanla, kendi ekininle kimseye muhtaç olmadan, okullar açmak, demiryolları inşa etmek, mezralara doktorlar göndermektir! (1965 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin meclis konuşmalarına, ya da cilt cilt büyük programlarına bakın, hepsi Mustafa Kemal’in bu tarım düşüne sahip çıkar, Anadolu topraklarının üretmek zorunda olduğu buğdayı, fındığı, neredeyse tane tane yazar!)
Kendi karnını doyuramayan insanlar, nasıl yurttaş olacaklar! Mustafa Kemal’in öğretmenleri ziraatçılardı! Mustafa Kemal’in ziraatçıları hem halk okullarında öğretmenlik yapıyor, hem de tarla sürüyordu!
Çünkü kredi almadan, Amerika’nın uydusu olmadan, borçlu kalmadan, bağımsız yaşamanın tek yolu buydu! Bugün Türkiye’nin nesi varsa, o üç kuru fındık, bir avuç kuru üzüm üzerine yükselmiştir!
Sonunda getire getire Mustafa Kemal’i Beethoven’e dayadınız.
Atatürkçü’yüm diye diye, bu zavallı halkın bütçesini, dünyada eşi benzeri görülmedik şekilde savunma sanayine çektiniz! Toplar, silahlar, bombalar, hepsi son model, milyarlarca dolar ödenip alınıyor!
Mustafa Kemal, bu silahlara hevesli olsaydı, Romalı bir asker, ya da Saddam gibi bir adam olsaydı, savaştan sonra ilk işi, ne var ne yok askerî gücünü büyütür, halkını gözü görmezdi! Çarıkla, kara lastikle İstiklal Savaşını verdiği halkıyla oturup okuma yazmaya başladı! Onlara önce alfabeyi, sonra buğdayı, sonra ağacı, sonra tarlayı, sonra fabrikayı, sonra da yurttaş olmayı anlattı!
Mustafa Kemal Çankaya’dan Anadolu bozkırlarını böyle görüyordu.
Şimdi Çankaya’dan nasıl görünüyor? Dünyanın en lüks arabaları, eğlence, ihtişam, sefahat! Roma yeniden kuruluyor, devasa bir silah gücü! Ve hepsi tarihin bir cilvesi, Roma’nın Yunan’ın şaha kalktığı aynı arenalarda, Türkiye lâiktir temposuna sığınıyor, Beethovencilikle karın doyuruyorlar!
Çankaya’dan böyle mi görünüyor, Ankara’nın bozkır, gecekondu dolu tepeleri! Hangi yöne araba sürseniz, her bir saatlik yolculukta, boşalmış otuz köy bulursunuz!
Kara parayla, eroin parasıyla şişirilmiş bütçelerin bu halka da o köylere de bir faydası yok ve bu bütçeler de bir gün biter, o zaman, Mustafa Kemal gibi bakmayı öğrenirsiniz! Bu insanlar ne üretiyor, bu köyler neden boş, şu yüzlerce üniversitede okuma yazma bilenler var mı diye sorarsınız?
Mustafa Kemal, o tepede, bir Afgan Kralı, bir Hint Racası, Bir Arap Şeyhi ya da Saddam gibi de oturmasını bilirdi, o halkıyla tarlada çift sürdü!
Yeryüzü tarihi tarlada çift süren bir büyük lider daha tanıdı: Gorbaçov! O yoksulluğu görünce, Rusya’nın tüm kapılarını boşalttı! Oysa Mustafa Kemal, daha acımasız, içler acısı bir yoksulluk gördü, ne ülkesini Gorbaçov gibi Batı’nın kredilerine, ne de Batı’nın kucağına attı, oturdu, düşündü, elde ne varsa, topladı, çıkardı!
Devasa bir askerî güç, yoksul bir halk, ROMA NEREYE GİDİYOR? Bu nasıl gidiş ki, işçi liderleri dahi, Roma ordusu komutanlığına soyunmuş...
Tarih Roma’yı şöyle yazdı:
“Askerler, idari işlere sert müdahalelerde bulundukça, adalet ve maliye cihazları zedelendi. Geliri arttırmak gayesiyle halk türlü vergiler ve mecburi çalışma sistemleriyle ezildi. Roma, gerçek gücünü aldığı unsurlardan mahrum kaldı. Ordunun emrindeki zabıta kuvvetleri, halkın en meşru ve haklı isteklerde bulunmasını önleyecek her türlü tedbiri alıyordu. Roma ordusu, Roma için bir dehşet unsuru ve vasıtası haline geldi. Az zamanda zenginleşmek ve efendileri olan orduya para yetiştirmek için, rüşvet ve zulüm yoluyla Roma cemiyetinin altını üstüne getirdiler! Her türlü vatanseverlik duygusu körleşti! İhtilaller karşı ihtilalleri doğurdu ve siyasi düzen tamamen çığırından çıktığı için... Roma, uçurumun kenarına getirildi!â€
Roma’yı ne sınırsız ihtişam yıktı, ne de kuzeyden gelen barbar Cermenlerin yağması! Roma’yı tarihe gömen, merhametsizliğiydi, inim inim inleyen halkın, merhamet ve şefkat arayışı idi!
Bu “merhameti†bu halka verecek olan aydınlar ve medya ve gençlik ve sivil örgütlerdir, ancak talihin cilvesine bakın ki, aydınlarımız gündüzleri Roma komutanlığına soyunuyor, geceleri hipodromlarda Beethovencilik oynuyor!...
590 sayfa, 2.8 mb. pdf.
[Yeni üye olduysanız üye onayınızı bekleyiniz ya da üye olmak için TIKLAYINIZ.]