[Yeni üye olduysanız üye onayınızı bekleyiniz ya da üye olmak için TIKLAYINIZ.]
Schrödinger'in Kedisi Kitap 1 [KÂBUS]
Arka Kapak:
2020'li yıllar... Postnişinde YÜCE PİR in oturduğu Yeni Dünya Düzeni tarikatı iktidarını hızla güçlendirmektedir. Tarikatı oluşturan vasıl, salik, mürid ve talipler, "Son Hakikat" dedikleri dünya görüşlerini gezegenin bütününe tebliğ etmekle yükümlüdürler. Dünya halkları ya "Tekleşmiş Varoluş"ta eriyecekler ya da genleri yok edilmek suretiyle mutlak bir biyolojik ölümle karşı karşıya bırakılan Sömürülmezler'in ve Lanetlilerin kaderini paylaşacaklardır. POSTMODERN FAŞİZM, "Tek bir dünya, tek bir devlet, tek bir bayrak!" sloganıyla özetlenen çağdaş değerlerini, evrensel medyanın tüm olanaklarını kullanarak dayatır. YÜCE PİR'in KUTSAL KOALİSYONU ile baş edebilecek tek bir güç vardır: Schrödinger'in Kedisi. Erwin Schrödinger'in kedisi, yeni fiziğin maskotudur. Aynı anda ölü ve diri olabilmek gibi akıl almaz bir bilimsel gerçekliği temsil eden Schrödinger'in Kedisi, YÜCE PİR'in ve onun KUTSAL KOALİSYON’unun önündeki tek engeldir. Buna karşın, SCHRÖDİNGER'İN KEDİSİ bir bilimkurgu romanı değildir. Tersine, 1955-2050 yılları arasında yaşayan Çankırı doğumlu psikoterapist İmre Kadızade’nin yıldızların iblis'i recmetmekte kullanılan taşlar olarak göründükleri bir ortamdan, 21 Yüzyıla, yeni fiziğe, kaos teorisine, saçaklı mantığa uzanan zihinsel cenklerinin hikâyesidir.
"Alev Alatlı"nın uzun yıllardır üzerinde çalıştığı dev romanı, ülkemiz edebiyatındaki ilk çaplı 'ANTİ-ÜTOPYA' özelliğini altını çizdirecek bir tonlamayla okurun ve düşünebilen Türk insanının ilgisine sunuluyor. Bir gerilim romanının tempo ve heyecanını bir an bile elden kaçırmadan, ülke olarak neden öninsanlar aşamasında kaldığımızın çözümlemelerini yapıyor, acımasız gerçekleri birer tokat gibi yüzümüze çarpıyor… SCHRÖDİNGER'İN KEDİSİ'ni tokat yemekten bitap düşmüş, yenik fakat dersler almış bir insanın bilgeleşmiş. külçeleşmiş, felsefeyle kutsanmış ağırbaşlılığıyla bir kenara bırakırken, kendi yaşamınız ve ülkenin acınacak hali üzerine bin bir ant içerek yeni günlerinize başlıyorsunuz. 20. yüzyılın acılarla dolu yaşamında yer almış her Türk aydınının muhakkak okuması gereken görkemli bir yapıt.
SCHRÖDİNGER'İN KEDİSİ
(Kuantum Fizikçileri, Sufî Tayfasıyla-Birleşik Cephe!)
SAÇAKLI DEVRİM
"2000 yılını henüz kutlamamıştık," diye anlattı Talip İmre Kadızade, "90'lardaydık, "Yarı geçirgen bir ayna al, önüne bir ışık kaynağı, mesela, bir ampul koy," dedi Erkâni Keyman, bir gün piposunu özenle doldururken. 'Aynanın arkasında ampulden neşredecek fotonları algılayacak bir dedektör, dedektöre bağlı bir de silâh olsun. Silâhın namlusunun kutuya kapatılmış bir kediye doğrultulmuş olduğunu düşün. Ampulü yak. Foton aynadan sekmeden geçerse, dedektör silâhı tetikler ve kedi ölür. Foton seker de aynadan geçmezse, kedi sağ kalır."
"Evet?"
"Aynaya yüz foton gelirse, ellisi geçer, ellisi seker diyelim. Soru: Peki, tek bir tane foton gelince ne oluyor? O foton ne yapacak? Ya geçecek aynadan, kedi ölecek ya da sekecek, geçmeyecek, kedi yaşayacak. Ne zaman geçecek ne zaman sekecek? Onu fotona soracaksın."
"Keyfine göre mi takılacak yani? Onu mu demek istiyorsun?"
"Evet. Sen ne yaparsan yap. İstersen ampulü güçlendir, fotonların sayısını arttır, istersen azalt, ister beş yüz mumluk, bin beş yüz mumluk ampul kullan, ister renkli ampuller tak. Sonucu kontrol edemiyorsun,"
"Kedinin şansına kalmış?"
"Şans değil, bilinmezlik" dedi Profesör, "Şans, yazı tura atarken. Para hileli değilse, yazı veya tura gelme ihtimalinin yüzde elli olduğunu bilirsin. Schrödinger'in Kedisi'nin meselesi farklı. Işık ampulden bölük bölük geliyor ve aynı anda hem dalga hem de parçacık gibi davranıyor. Fotonun ne zaman ne yapacağını olasılık hesaplarıyla kestiremezsin. As-la bilemeyeceğimizi kesin olarak bildiğimiz şeylerden biri."
"Daha çok kısmete benziyor," diye mırıldandıydım, "O foton, Schrödinger'in Kedisi'nin kısmeti gibi. Geçmeyince geçmiyor işte! Öyle mi? Ne dersin?"
"Bilmem," demişti, ama dudaklarında saklamaya çalıştığı belli belir-siz bir gülücük vardı. "Heisenberg, kuantum mekaniğinde bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğunu matematik formunda kanıtladı. Fiziğin tanımlamaları bile yüzde yüz değil."
Bunu duyduğuma ne kadar sevindiğimi anlatamam! Âdeta dilim tutulmuştu!
"Kulaklarıma inanamıyorum," dedim, "Fiziğin tanımlamalarının bile yüzde yüz olmadığını bir nükleer fizikçiden duyduğuma inanamıyorum! Dostum, bu 'hem-hem de 'meselesi! 'Ya o, ya bu' değil de 'hem-hem de!' Ya parçacık ya dalga değil de, hem parçacık hem de dalga! Bu tam bana göre bir iş! Bayıldım buna!"
"Fizik, doğrusal sistemleri çözüyor ama gerçek dünyada doğrusal sistem yok," diye sürdürdü Erkânı, "Şunu şöyle etkilersen, bu sonucu alırsın diye kesin bir şey söyleyemiyoruz. Gerçek dünya doğrusal değil. Doğrusal olmayan sistemlerin başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak bir değişiklik beklenmedik sonuçlar doğurabiliyor."
"Ben bunu biliyorum!" diye ellerimi çırpınıştım, "Bu kaos paradigması! Ufacık bir kelebeğin kanat çırpmaları belli bir süre sonra atmosferin durumunu tümüyle değiştirebilir! Söylediğin, bu değil mi? Harika! Arşimed'in, 'Bana bir dayanma noktası gösterin, dünyayı kaldırayım' lâfını duyduğumdan bu yana hiç bu kadar sevinmemiştim!"
"İyi bari!" dediydi dostum. Heyecanımın onu eğlendirmeye başladığını görebiliyordum. Ama iyi bir hocanın yapması gerektiği gibi susuyor, düşüncelerimi toparlayabilmem için bana zaman tanıyordu. Nasıl bir ufuk açtığını elbette bilemezdi.
"Ya o-ya da bu, değil, hem o-hem de bu' diyorsun ya, bunu bilmek benim için çok önemli! Bu ne demek biliyor musun? Bu, 'Güle güle Aristo Efendi!' demek!"
"Doğru."
"Yahu, ben o adamdan hep nefret ettim, biliyor musun!' diye patladıydım, 'Ondan da, onun mantığından da! Ya siyah olacaksın ya da be-yaz! Hem siyah hem de beyaz olamazsın! ikisinin ortası yok! Niye yok arkadaşım? Ayol, dünya 'gri!' Dünya kırçıl! Aktır-karadır diye ısrar etmenin âlemi ne?"
"Öyle bir dünya varsaydık da ondan," dediydi Erkâni.
"Kim varsaydı?"
"Eski Yunan. Demokritus, evreni atomlara ve boşluğa indirgedi. Eflatun, dünyayı doğrular ve üçgenlerle doldurdu. Aristo oturdu siyah-beyaz mantığın kanunlarını yazdı. O gün bugün matematikçiler ve bilim adamları senin 'kırçıl' dediğin evreni tarif etmek için o ak-kara kanunları kullanırlar. Aristo mantığının ikili sisteminde gökyüzü ya mavidir ya da mavi değildir. Hem mavidir hem de mavi değildir olmaz. Bir şey, ya doğrudur ya da yanlış. Dijital bilgisayar, 0/1 ikili sisteminde çalışır. Bilim, siyah-beyaz düşüncenin zaferidir."
"'Bilim' deyince akan sular duruyordu, içimi çekmiştim, 'Farkındayım. Farkındayım ama sahici dünyanın böyle olmadığını da biliyorum! Sahici dünya, kırçıl bir dünya. Görüyorum ki, aslında siyah-beyaz da yok! Karadır dediğin her şeyi, saç, kumaş, gece, gökyüzü, kömür, ne bulursan topla getir, bak bakalım birinin siyahı ötekininkini tutuyor mu! Keza beyaz. Köpük, bulut, elmanın içi, kemik, diş, kar. Beyaz diye bir şey yok, beyazımsı bir şeyler var!"
"Bu konuda Heisenberg de senin gibi düşünüyor,' dedi Erkâni, sakin sakin, 'Bazı şeyler var ki, onlara ilişkin her türlü bilgiyi eksiksiz topladığın durumda bile yüzde yüz doğru karar veremiyorsun."
"Yani, meselâ, yüzde yüz doğrulukla 'Bu siyahtır' diyemiyorsun değil mi?' diye sormuştum, 'Heisenberg'in kanıtladığı bu. Matematiksel olarak kanıtlandı bu, öyle değil mi?"
"Kanıtlandı, evet," dedi Erkâni, "Heisenberg, 1920'lerin sonlarında, fizik kurallarının ancak belirli bir yere kadar doğru olduğunu kanıtladı. Bilim dünyası birbirine girdi."
"Oh, olsun! Canıma değsin!"
Erkâni gülmüştü, "ikili sistemin senin gibi muhalifleri hep vardı. Buda, meselâ. Aristo'dan iki yüz yıl önce, Buda, kelimelerin ak-kara dünyasını deldi. Dili bir perde gibi düşünürsen, 'gök mavidir' cümlesinin göğün rengârenk olan aslını örttüğünü görürsün. Buda, bu perdeyi açtı, arkasındaki dünyanın çelişkilerle dolu olduğunu gördü. Hem mavi hem de mavi olmayan gökyüzü gibi."
"Hem parçacık hem de dalga olan foton gibi! Ya o-ya da bu değil, hem o-hem de bu. Uzak Doğu dinlerinde bu anlayışın olduğunu biliyorum. Taoculukta vardır meselâ. Yin-Yang böyle bir şeydir; Tahta ateşi, ateş külü, kül toprağı, toprak madeni yaratır! Maden döner toprak olur, tahtayı yaratır! Su ateşi söndürür, ateş madeni eritir, maden tahtayı keser, tahta toprağa karışır, toprak suya karışır! Kadın erkeğe, erkek kadına aktarılır, insan olur."
"Ona 'Yin-Yang denklemi' diyorlar," dedi Erkâni, 'Bugün bilimde geldiğimiz nokta bu. Aristo'ya karşı Buda. 'Ya o-ya da bu'ya karşı 'hem o-hem de bu.' 'Fuzzy' positivizm, puslu mantık. Bulanık mantık."
"Kırçıl kelimesi sanki daha doğru,' demiştim, 'Madem, hem siyahı hem de beyazı kapsıyor, kırçıl sakal gibi. Siyah beyaz kıllar bir arada. Üstelik gri kimyasal bir bileşimdir, kırçıl fiziksel. Schrödinger'in Kedisi kırçıl. Ne dersin?"
"Olabilir," dedi Erkânı. İçim içime sığmıyordu! "Bu noktaya geldiğinize sahiden çok sevindim!" diye yineledimdi, Tepkimi abartılı bulabilirsin ama ben çok çektim bu 'gri yok' anlayışından! Ya kadınsındır ya erkek! Ya solcusundur ya da sağcı! Ya Müslümansındır ya da kâfir! Ya dost ya da düşman. 'Hem o hem de buyum' dersen, kafan karışıktır, sağlam ayakkabı değilsindir. Hem iyi bir ressam hem de şair olamazsın meselâ. Birinden birini köreltmen gerekir. Schrödinger'in Kedisi, Türkiye gibi. İnan bana, hem ölü hem de canlı olması beni kaygılandırmıyor! Ölüm bir uç, dirim de öteki uç ise şayet, ortalardaki bir şeyleri yadırgamıyorum. Aynı şekilde, ışığın hem dalga hem parçacık gibi davranıyor olmasını da yadırgamıyorum. Hatta akla yakın bile geliyor. Benim derdim, siyah-beyaz'la. Sizler hayat memat meselesi ilân ettikçe bilimi, ben buz kesiyorum. Bilim, beni hayata yabancılaştırıyor. Sence de bunda bir bozukluk yok mu? Okulu da bu yüzden bıraktım, biliyor muydun?" Bilmiyordu.
"Ben senin psikoloji okuduğunu biliyorum," dedi. Ondan önce matematikte olduğumu anlattım. 'Sürgün gönderilmiştim,' dedim. Yanlış anlamaması için de ekledim,
"Kötülük olsun diye değil! Kenan Dayım, Osman Amca'nın 'Gökler ve yerküre arasındaki görünen ve görünmeyen sayısız küçük-büyük âlemleri'ne dair gerçeği öğrenmemi istiyordu. Ben de gittim. Orada önüme çuvallar dolusu yazılı işaretler döktüler. Karekökler, entegraller, alfalar, betalar! Bu garip kulunuz, Taptuk Emre'nin dergâhına odun taşıyan Talip Yunus misali, aylarca ayıkladı, temizledi, istif etti onları! Âlemlerin aslını öğreniyorum ya, logaritmayı meselâ, anlamlandırmaya, yaşadığım dünya ile ilişkilendirmeye çabaladım. Beceremeyince, bunaldım, ezildim, isyan ettim! Özgüvenim sarsıldı, gururum kırıldı. Matematikçilere müthiş saygı duyardı dayım. Matematiğin çok büyük bir krallık olduğunu, ona ancak matematiksel sezgi ile 'kutsanmışların' -aynen böyle diyordu!- 'görebilenlerin' sahip olabileceğini söylerdi."
"Orası öyle," dediydi Erkânı, "'Abdal' dersiniz, değil mi, 'abdal' ya da 'ebdal', derviş, ermiş, nuraniyyet kazanmış anlamında. Büyük matematikçiler böyledir. Abartmıyorum. Ermişler, cezbe ve vecd haline girer, duyular âleminin dışına çıkarlar ya, büyük matematikçiler de öyledir. Bilim aşkıyla kendilerinden geçerler. Çevreleriyle ilişkileri tamamen kesilir. Kurt Gödel meselâ, kulaklarına pamuk tıkaçları takılı gezerdi. Büyük Rus matematikçisi Andrei Kolmogorov, çocuklarda matematik yeteneğinin belirmesi ile birlikte normal psikolojik gelişimin durduğunu söyler. Kolmogorov'a göre kendi zekâ yaşı on ikide kalmış. Ünlü rakibi, Sovyet Bilimler Akademisi'nin en güçlü, en korkulan üyesi Ivan Vinogradov da sekiz yaşındaymış. 'Bu, küçük erkek çocukların kelebeklerin kanatlarını koparttıkları, kedilerin kuyruklarına teneke bağladıkları yaştır' dermiş."
"Ona bakarsan, Freud da matematikçilerin saplantılı nevrotikler olduklarını söyler,' demiştim, 'Matematik yeteneği libidonun gelişimini anal-sadistik aşamada durdurur, adamlar orada takılıp kalırlarmış. Aşırı düzenlilik, tutumluluk, düş gücünden yoksunluk, tekdüzelik, inatçılık matematikçiler için çok yararlı hatta olmazsa olmaz kişilik özellikleriymiş. Bunlar, matematiği ve matematiksel düşünceyi olabildiğince yalın, olabildiğince düzenli kılmak için şart olan psikolojik yapının unsurlarıdır diyor. Ancak böyle insanlar matematiği kesin olarak tanımlanmış çıkarsama kurallarına, aksiyomlara oturtabilir, o bezdirici uzun işlem zincirlerini bıkmadan usanmadan sürdürebilirlermiş."
"Bakıyorum, sen bayağı incelemişsin! " dediydi.
"Matematiği kıvıramayıp, üstüne üstlük bir de depresyona girince mecburen inceledim,' dedim, 'Neyim var benim, neden yapamıyorum diye. Kendimi kesinlikten yoksun bir evrende belirgin bir yapı arayan acınası bir ahmak gibi hissediyordum. Matematikte olduğumu öğrenenlerin 'Oooo! Profesör!' alayları da cabası!"
"Einstein’ın bir sözü var,' dedi Erkâni, "Matematik kanunları, gerçeği yansıttıkları sürece kesin değildirler. Kesin olduklarında gerçeği yansıtmazlar."
Ayağım yerden kesildiydi! "Bir daha söyle şunu!"
"Matematik kanunları, gerçeği yansıttıkları sürece kesin değildirler. Kesin olduklarında da gerçeği yansıtmazlar."
"Ah, ama bu çok kötü bir kazık!' diye haykırmıştım, "Ama bu sahiden çok kötü bir kazık! Ben onca yıl fen bilimleri mutlak doğrular diye debeleneyim, sen şimdi kalk bana Einstein'ın da saçaklı olduğunu söyle!"
"Einstein, olasılıktan rahatsızdı," dedi Erkâni, "Dindar bir adamdı. 'Tanrı, zar atmaz' derken onu söylüyor. Matematiğin dünyası, tarif ettiği dünyaya uymaz. Matematik dünyası sahici dünyadan farklıdır. Birisi yapay, ötekisi sahici. Birisi cetvelle çizilmiş gibi düzgün, ötekisi dağınık, puslu."
"Fuzzy! Saçaklı! Sahici dünya saçaklı demek istiyorsun!"
Pdf:
547 sayfa, 2.74 mb. pdf.
[Yeni üye olduysanız üye onayınızı bekleyiniz ya da üye olmak için TIKLAYINIZ.]
[Yeni üye olduysanız üye onayınızı bekleyiniz ya da üye olmak için TIKLAYINIZ.]
Schrödinger'in Kedisi Kitap 2 [RÜYA]
Arka Kapak:
2020’li yıllar. Postnişinde YÜCE PİR'in oturduğu Yeni Dünya Düzeni tarikatı, iktidarını tüm hışmıyla güçlendirmeye devam etmektedir. Dünya halkları ya KUTSAL KOALİSYON’a biat edecekler ya da Sömürülmezler’in ve Lanetliler’in kaderlerini paylaşacak, yeryüzünden silineceklerdir.
RÜYA, gezegenimizde hayatın KUTSAL KOALİSYON’un dışında kalarak da sürdürülebileceğine inanan bir avuç insanın, ONARIMCILAR'ın öyküsüdür. ONARIMCILAR, kendi-lerine “gururlu oldukları kadar utangaç olan” Turnalar’ı örnek alırlar. Dünya görüşün-den ödün vermeyen, dünya görüşünü bizim dünya görüşümüze uyarlamayı reddeden, sınırsız çayırlıklardan başka özgürlük tanımayan, kendi yaşam biçiminden gayrısına bo-yun eğmeyen, yalakalığa tenezzül etmeyen, laubali olmayan, vakur Turnaları. Seher Yıldız’ını rehber edinip dağlara çıkarlar. Dünya halklarına çelik bir kapan kuran feodal oligarşinin mutlaklaşmış gibi duran gücüne rağmen, Mucizeler Diyarı’nı kurmayı başarırlar. Mucizeler Diyarı vatandaşları “düşünmesi imkânsız olanı” düşünmeyi öğrenirler. Çünkü Mucizeler Diyarı’nın “Asal Yassa”sı, Yeni Fizik’i temel almıştır ve o topraklarda "bir şey ne imkânsızdır ne de kesin.”
RÜYA bir ütopyadır. KARA KALPAKLI ADAM’ın “eski” Türkiye'nin yangınının küllerin-den yoğurduğu bir ütopya.
“Kara Kalpaklı Adam da öyle dedi,” dedi İmre Kadızade, “Bize dokunmayan yılan bin yaşasın’ın bilimsel gerekçesi. Kutsal Koordinatlarımızın bilimsel gerekçesi, Reddi İlhak’ın bilimsel gerekçesi. Olmazsa olmazımız Murat’ımızın bilimsel gerekçesi. Bizim biz olarak yaşayacak olmamızın bilimsel gerekçesi! Evrensel dolandırıcılığa karşı çıkmanın bilimsel gerekçesi. Bozgunculuğun bilimsel gerekçesi, Mucizeler Diyarı’nın bilimsel gerekçesi. Bilimin apayrı bir kolundan yola çıkarak inşa edilen, Mucizeler Diyarı Mağduran’ın! Irk ayrımının karşısına ‘Potinbağı Teoremi’ ile çıkan, soykırımın karşısına ‘Birlikte Evrilme’ ile, dikilen, Yeni Dünya Düzeni doğrusallığını çok değişkenli mantık ile tahtından indiren Mucizeler Diyarı. Bin yıllık yalnızlığın sonu. Bin yıllık savrulmanın sonu. Bin yıllık ezikliğin sonu. Arabesk olmayan yeni bir dünya. Nafile olmayan yeni bir dünya."
"Tanıştırayım," Erkâni Keyman araya girdi, "Profesör Oktay Sinanoğlu. Yanındaki, Profesör Hüseyin Koçak. Hüseyin, ancak matematik dâhilerinin anlayabilecekleri o kitapları yazan arkadaşımız. Yukarda hâlâ onun kitapları okunuyor. Oktay, kimyaya matematiği soktu. Kimyada sistem azdır, teori azdır, bilirsin. Formüller vardır, bunlar ezberlenir. Oktay, kimyaya yeni bir sistem getirdi. Her kimyacının, tabiatta olan kimya olaylarını basit bir formülle önceden çıkarabilecekleri bir anahtar. Matematik." Kadızade'nin heyecanını gördü, gülümsedi, "Türkler her zaman iyi matematikçiler olmuşlardır İmrecim."
Kadızade, birden anımsadı, "Yoksa, Nobel adayı Sinanoğlu mu?" Heyecanla döndü, "Zekâsının Einstein'la eşit olduğu saptanan Sinanoğlu? Atom Fiziği Teorisi'nin kuramcısı? Yüz senelik bilim tarihinin en genç profesörü demişlerdi, yirmi dört yaşında mıydı neydi? Der Spiegel, Time, Newsweek, kıyamet kopmuştu!"
Keyman, arkasına yaslandı, "Ta, kendisi!"
Kadın, başını salladı, "Mucizeler Diyarı'nda mucize bitmiyor!" Gözleri nemlendi, "Tanrı aşkına anlatın, nasıl başardınız? Siz nasıl kırdınız bilgi tekelini?"
"Türkçe'yle," dedi Sinanoğlu, çok basit bir işten bahsediyormuş gibi, "Ciddi söylüyorum, Türkçe'yle," diye vurguladı, "Türkçe, yeryüzünde eşi ol-mayan, harika bir dil! Sanki birtakım matematikçiler oturmuşlar, şöyle matematiksel yapısı olan, kurallı, düzgün bir dil icat edelim diyerek Türkçeyi bulmuşlar! Bir dilin büyüklüğü matematiğe olan yakınlığı ile ölçülüyor," diye sürdürdü, "Ne kadar matematiğe yakınsa o dil, o kadar büyüktür. Türkçe böyle bir dil. Bir iddiamız vardı, Hüseyin'le benim, eğer matematik gibi olan anadilimizle bilim yapar, yanımıza bilgisayar teknolojisinin olanaklarını da alırsak, harikalar yaratırız diye. Bu iddiamızı gerçekleştirdik. Siz bize bakmayın," diye takıldı, "Biz, Türkçe'nin matematikselliği üzerine saatlerce konuşabiliriz!"
"Hatırlar mısınız, Mucizeler Diyarı'nın kuruluş günlerin de bir sloganımız vardı: 'Türkçe en büyük icadıdır Türklerin!' diye..."
"Hatırlamaz mıyım?!" dedi Sinanoğlu, Fazıla Denktaş'a, Kadızade'ye döndü, "Hangi dil, 'solvophobic' gibi bir terimi 'çözgen-iter kuvveti' diye bir nefeste anlatabilir? Ya da 'özişler' diye 'otomatic' kavramını hiç bilmeyene bile açıklayabilir? Terimlerin bilimsel karşılıkları kolayca türetmeye elverişli, mükemmel bir matematik dili Türkçe."
'"Açılan kaya, açılıver! Koyayım bedenini kardeşimin içine!. Yalın kaya, yarılıver! Biricik tek kardeşimi koyayım içine!"' Remzi-X araya girdi,
"Hani kız yalvarır, kaya yarılır, kız delikanlının bedenini orada emniyete alır, Gün Han'a ricaya gider, tekrar can bulması için biricik tek kardeşinin? Bunu hatırladınız mı peki? Sizce de tuhaf bir tecelli değil mi, binlerce yıl sonra tekrar bulmamız kendimizi Dünyanın Bacası'nda velev ki korunmak için elektromanyetik radyasyondan?"
"Bana tuhaf gelmiyor, hayır," diye gülümsedi Kadızade, "Zamanda git-tim geldim, Dünya'nın dört bucağını gezdim, ağaçların, dağların ya da tanrıların Gökyüzü'nü çökmesin diye desteklediklerini gördüm. Göksel Düzeni algıladım. Karayelden imbata, sekiz rüzgârı bedenimde hissettim. Yeryüzü'nün tarihöncesi tapınaklarının tümünü astronomik sembollerle bezeli gördüm. Ve Göksel Güç'ün tapınaklarını inşa eden insanoğlunun neden gök-yüzünü yeryüzüne indirmek için çabaladığını öğrendim."
"Biz de," dedi Remzi-X, "Biz de öğrendik. Ve başımızı Gökyüzü'ne kaldırıp yıldız tozundan yapılmış olduğumuzu fark ettiğimizde Hayat Suyu'muzu KOALİSYON'a terk etmiş, çekmiş gitmiş olduğumuzu gördük. Dehşetle ir-kildik! Paşamın dediği gibi, bu terk ediş Musul'dan, Nemçe'den çekilmeye de benzemiyordu. An şöyle dursun, günler, seneler kaybolmuştu. Ömürlerimizi tüketmiştik, bir mıh çakmadan Dünya Dağı'na."
"Bir sevinç çığlığı atamadan işlediğini görerek bir icadımızın," diye ekledi Şirazlı/Aydın Sayılı, "Hazla ıslanmadan çözdüğümüz bir matematik formülünün karşısında!"
"Üstelik canımızı vermeye hazırken bir karış toprağı için çok sevgili ülkemizin! Yanlış sadakatler, yanlış gururlar, yanlış coşkular, yanlış acılar!"
"Bu söyledikleriniz de işin diğer cephesi," dedi, Oktay Sinanoğlu'nu klonlayan Onur Sinanoğlu, "Dili iki boyutlu olarak düşüneceksiniz. Birincisi matematiksel boyut. Nesnelere ve fiillere verilen isimler. Bunlar bir dilden başka bir dile değiştirildiğinde fazla bir kayıp olmayabiliyor. Tıpkı bir denklemdeki 'a'yı 'b' ile değiştirdiğimiz zaman denklemin içeriğinin değişmeye-ceği gibi. İkinci boyut ise çağrışımlar boyutu. Her kelimenin üstünde bir 'çağrışım bulutu' var. Şu cam bardağa Türkçe'de 'bardak', İngilizce'de 'glass' diyebilirsiniz.
Aynı nesne tanımlanmış olur. Ancak, Türkçe bardak bana 'Elifin elinde bardak, yeşil başlı gövel ördek...' diyen Karacaoğlan'ı çağrıştırır, İngiliz'e viski içmeyi. 'Çağrışım bulutları' bambaşka yaratıcı etkinlikler getirirler. Elektronik radyasyondan korunmak için Mucizeler Diyarı'nı yeraltında inşa etmemizi emreden Akıl. Ama, usavurmasaydık da biz yeraltına girerdik. Remzi'nin bahsettiği gibi, bir serbest çağrışım bizi oraya götürürdü."
"Oğuz Destanı'ndan, Yıldız Fidanlığıma götüren çağrışımdan bahsediyoruz değil mi?"
"Ondan ya da kutsalımız Telli Turna'nın tek eşli olmasından yola çıkarak, dayatılanın dışında bir başka kısmi gerçek olduğunu uyandıran çağrışımdan," diye onayladı Sinanoğlu, "Bir insan için dil gönlünü yüzdüren gemi, bir millet için dil kültürünü yüzdüren gemi, kültür, toplumun muradı. Yaratıcılık, toplumun en derinliklerinden, muradından süzülüp gelen bir güç. Bu gücün gelişmesindeki en önemli etken, kişiliğin ve kültürün alt katmanlarından gelen serbest çağrışımı mümkün kılacak olan dil. Anadil. Bir öğrenci, fen konularını en açık, en seçik şekilde, sadece kendi anadilinde öğrenebilir. Hele de..."
"...hele de öğrenci Türkçe gibi matematiksel yapısı olan özel bir dil konuşuyorsa! Bizim de İngilizce'den çok daha eski bir dilimiz, izini İsa'dan önce dördüncü yüzyıla kadar sürebildiğimiz edebiyatımız vardı, İmre Hanım. Kelt dilinde yazılmış epik romanlarımız, şiirlerimiz, türkülerimiz, tıp kitaplarımız, hukuk kitaplarımız," Ferhat Özgermi diye kendisini tanıttı, "İrlandalı hikayeci Franck O'Connor'ı klonluyorum."
"İrlandalı bir ONARIMCI!"
"İrlandalı bir Mağdur," dedi delikanlı, gülerek, "İkinci Henry'den bu yana, son bin yıldır, İngiliz soykırıcılarına anadilimizle direnegeldik. Filis deriz, sizin meddahlarınız gibi bizim de Fenian yiğitlerinin hikâyelerini an-latan, türkülerini söyleyen gezgin ozanlarımız vardı. Halk ozanlarımızın çok önemli olduklarını, hemen tüm eğitim işlerini onların deruhte ettiğini gören İngiliz istilâcılarının ilk işleri onları ortadan kaldırmak oldu. Yapmadıkları barbarlık, yapmadıkları hunharlık kalmadı, buna karşın bizi İrlandalılıktan vazgeçiremediler. Sonunda, İngiliz Valisi bir emir çıkardı 1890'da. Yüksek Eğitim Kurulu diye İngiliz yardakçılarının yer aldığı bir kurul oluşturdu. Kurul bir karar aldı: Bugünden itibaren, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversitelerde eğitim dili İngilizce olacaktır. Ne oldu biliyor musunuz? James Joyce, Bernard Shaw, Samuel Beckett İngiliz dilinde yazdıkları eserlerle dünya çapında şöhretler oldular."
"Olduruldular, " diye vurguladı Sinanoğlu, '"Milli edebiyat çerçevesini çok aşan şöhretler' olmalarına özel bir özen gösterildi, revaç verildi."
"Edebiyatçılarımız ünlendiler, biz anadilimizi unuttuk," dedi Franck O'Connor, "Nüfusumuzun yüzde doksanı İrlandaca konuşurdu, iki kuşak içinde bu oran yüzde otuzlara düştü."
"Yok canım!?"
"Öyle. Halkımız, edebiyatçılarımızın mirasından mahrum kaldı. Hatta, İrlandalı olduklarına ihtimal verilmediği bir dönem yaşadık. Sizin Fuzuli'nizde, Mevlana'nızda olduğu gibi, kimlikleri tartışılır oldu."
"Ve zincir koptu!"
"Sinn Fein gibi gizli dernekler, İrlandaca'yı kurtarmak, kayıp halkayı bulmak için kurslar açmak zorunda kaldılar.
Millet işten çıktıktan sonra bu kurslara gidip anadilini öğrendi. Ardından bilinçlenme, ardından bağımsızlık ilanı. İrlandaca'yı resmi dilimiz yapabilmek için savaşmamız gerekti. Yine de kurtulamadık. İngilizce, üstünlüğünü korumaya devam etti. İrlandaca, eğitim, bilim, teknik, araştırma, hatta neredeyse edebiyat dili olmaktan çıktı. İnsan, hem İngilizce'yi, hem fiziği, hem matematiği, hem kimyayı aynı anda öğrenemiyor, İmre Hanım. Öğrencilerin bir yandan çapraşık bir matematik sorununun inceliklerini anlamaya çalışırlarken, öte yandan yabancı sözcüğün ne olduğunu bulmaya, dil bilgisi kurallarını hatırlamaya zorlandıkları bir eğitim düzeninde ne fen ne de yabancı dil öğretilebiliyor. Biz bunun bedelini özellikle de fen bilimle-rinde ağır ödedik."
"Sizin bir de- Amerikalılarınız var," dedi Kadızade, "Benim bildiğim ABD'li İrlandalılar yurtsever insanlardı. Onlar yardımcı olmadılar mı?"
"Olamazlar ki," Sinanoğlu, omuzlarını silkti, "Onlar bilimi İngilizce öğ-rendiler. ABD'nin amaç ve düşüncelerinin peşine takılarak, ABD'nin bilim ve araştırma çarkının bir dişlisi haline gelerek, ki başka türlü olmaları mümkün değildir, özgün olunamaz. Hangi konuda araştırma yapılacağı, neyin üzerinde çalışılacağı, ulusaldır, toplumsaldır, kişiseldir. Bir ülkede bilimin sınırlarını, o ülkenin bilimcilerinin düşün, istem ve kültür yapısı, o ülkenin, bu durumda ABD'nin, meseleleri, ABD'nin kendisine en çok gere-ken konu ve uygulamaları belirler. Bu nedenledir ki, KOALİSYON'un bilgi tekelini kırmakta Vasıllar'ın ülkelerinde yetişen, orada doktora yapan, sade-ce yabancı dillerde etkileşimde bulunan öğrencilere bel bağlanamaz."
"Temel bilimler, etkinlik olarak sanata benzer," diye açıkladı O'Connor, "Ulusal kültürün izlerini taşıyan sanata. Bilimcilerin uluslararası varlık gösterebilmeleri için seçtikleri araştırma dalları, geliştirdikleri kuram ve düşün dizgeleriyle kendilerine özgü bilim okulları, ekoller kurmaları gerekir. İnsa-nın potansiyelini ortaya çıkarabilmesi için iç âlemini de geliştirmesi, kayıp halkayı bulması şart. Biz bunu yaşadık."
Kadızade, Keyman'a döndü, "Eski Türkiye'yi anımsatıyor, değil mi?"
"Hem de çok," dedi Keyman, "Eski Türkiye'deki bir büyük aldatmacay-dı: 'Bilim uluslararasıdır, uluslararası bilim dili İngilizce'dir, o halde eğitimi İngilizce yapalım!' İngilizce'ye saplanıp kalınmıştı. Türetim gücünden yok-sun olduğu için Latince ve Yunanca'ya mahkûm olan İngilizce'ye. Oysa, uluslararası olan, bilimin yöntemleridir. Yukardakiler bunun idrakindeler, tabii. Bir Fransız moleküler biyolojisini, bir Amerikan fiziğini, bir Alman kimyasını, başka ülkelerin biyolojisi, fiziği, kimyası yanında ayırt etmek, bir üslup ve yön ayrıcalığını sezmek o nedenle bugün bile mümkün. Vasıllar'ın arasındaki yoğun bilim özgeliği yarışması, KOALİSYON'a rağmen sürüyor."
"Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Çince, Japonca, hatta Rusça ve İbranice çıkan bilim dergilerini ben bile hatırlıyorum! 'Dünya bilim dili İngiliz-ce' söyleminin savaş sonrası bir Anglo-Sakson propaganda ve efsanesi oldu-ğunu anlamayacak kadar ahmak mıydık? Bu olabilir mi, gerçekten?"
"Oktay'ın 'Ayarlı Çevre' dediği grubun marifetleriydi," dedi Fazıla, "Bilderberg toplantılarına katılıp da susanlar, bilip de susanlar. Eski Türkiye'de Marksist geçinip, ABD' de liberal olup CIA vakıflarından beslenenler. Daha neler neler olduydu, hatırlasana! Osmanlı Tarihi bile İngilizce veriliyordu, eski Boğaziçi Üniversitesi'nde! Kendi dilini kullanmayı, geliştirmek istemeyi şovenlik, İngilizce'yle eğitimi insancıllık, ilericilik sayan bir geçmişten geliyoruz. Şovenliğin kişisel, toplumsal ve ulusal bağımsızlık ve onuru korumak değil, şovenliğin başka bir kültürü ezip yok etmeye çalışmak hele de anlamadığı bir kültürü hor görmek olduğunu anlamak istemeyen bir geçmişten geliyoruz. Oysa, gerçek insancıllık, Türk kültürünün de kendine yaraşır şekilde yaşamasını istemektir. 'Holizm' bunu emreder." Başını salladı, esefle,
"Dediğim gibi, yanlış sadakatler, yanlış gururlar, yanlış coşkular, yanlış acılar! Biz çaputtan korkuluklar, dikilmişken taşın toprağın başına, Kâinat'ı götürmeye hazırlanıyorlardı adamlar. Ve vakit yoktu!".......
Oktay Sinanoğlu'ndan bahsedilen bu bölümü özellikle alıntıladım. Dünyanın en genç Profesör'ü ünvanını taşıyan, Dünyaca ünlü, Türkiyece ünsüz, gönül insanı, bu güzel insanı anmak için. Mekanı cennet olsun...
Pdf:
407 sayfa, 2.43 mb.
[Yeni üye olduysanız üye onayınızı bekleyiniz ya da üye olmak için TIKLAYINIZ.]