Konu: Burak Eldem - 2012 Mardukla Randevu (Saklı Tarih #1)

  1. #1
    Mandos
    Guest





    Gizemli Dev Gezegen


    Başlangıcından tam olarak emin değiliz; ama en azından ilk neolitik yerleşimlerin dünya üzerinde ortaya çıkmasıyla birlikte, atalarımızın gözlerinin gökyüzünü sürekli taradığını biliyoruz. Saptadıkları gök cisimlerini düzenli olarak gözlemleyen; onları yakından tanıdıkça da gece göklerini izlemelerini kolaylaştıracak düşsel bölgeler tasarlayan ve her birine özgün isimler veren bu insanların uzaya duydukları yoğun ilgiyi, nedense mistik ve ezoterik bir yaklaşıma bağlama eğiliminde olmuşuzdur hep. Onların gerçekten neler düşündüğünü, neler hissettiğini anlama; gökyüzünü dikkatle izleyen atalarımızla bir anlamda empati kurma çabaları, oldukça yenidir. Yine de hâlâ onlardan bize dek ulaşan garip ve çoğu kez anlaşılması güç metinlerde yazanları “dinsel” bir temele oturtma alışkanlığı; bize fazlasıyla fantastik görünen hikâyeleri “mitoloji” başlığı altında sınıflama eğilimi oldukça yaygındır. Çünkü bugün sahip olduğumuz (ve her fırsatta öğünmeyi ihmal etmediğimiz) uygarlığımız, bambaşka bir evren yorumuna sahiptir. Bilgi birikimini sonraki kuşaklara aktarmaya yarayan eğitim kurumumuz, bu evren ve tarih anlayışıyla ilgili olarak bin yıllar içinde yavaş yavaş biçimlenen önyargıları, daha çocukluğumuzdan itibaren belleğimize yerleştirmeye başlar. Çoğu kez, şaşırtıcı derecede muhafazakâr ve katı önyargılardır bunlar.

    İlkokul yıllarımda, öğretmenlerimizin tarih dersinde “Eski insanlar dünyanın bir öküzün boynuzları üzerinde durduğuna inanırlardı” dediklerini hep anımsarım. O çocuk aklımızla uzak atalarımızı fena halde küçümsememize neden olan bu “ilkelliğin” aslında bahar ekinoksunda güneşin Boğa Burcu hizasına denk geldiği bir dönemi vurgulayan farklı bir “çağ işaretçisi” olduğunu çok sonra öğrenecektim. Yine o masum ilkokul günlerinde “dünyanın bir tepsi gibi düz” olduğuna inanan cahil eski çağ insanlarından söz edilirdi bize. Merkezinde dümdüz bir dünyanın olduğu; güneş, ay ve diğer gök cisimlerinin onun çevresinde döndüğü bir evren anlayışını yıkmak için “aydınlanma çağı” bilginlerinin nasıl uğraş verdiği anlatılırdı. Ama aynı yıllarda “Fen ve Tabiat Bilgisi” derslerinde, dünyanın yuvarlaklığını ortaya koyan en basit göstergenin, kıyıda oturup, uzaktan gelen bir gemiyi gözlemekle fark edilebileceğini de şekillerle gösterirdi öğretmenlerimiz, ilkin dumanlar, ardından direkler ve baca, son olarak da gövdenin görünmesi, dünyanın yuvarlak olduğunu anlamak için yeterliydi. Haydi dumanları bir yana bırakalım; buharlı gemi çok yeni bir teknoloji. Ama direkler, yelken ve gövdenin ortaya çıkmasına dikkat ederek yapılabilecek bir gözlemi uzak atalarımızın becerememesi, çok şaşırtıcı gelirdi bana. Hiç değilse, “ay tutulması” sırasında, dünyanın ay üzerine düşen gölgesinden, onun yuvarlaklığını fark etmiş olmaları gerektiğini düşünürdüm. Neyse ki diğer derslerde öğretilenler, boşluğu doldurmamıza yardım ederdi: O denli ilkel ve basit düşünüşlü insanlardı ki atalarımız, doğa olaylarına, güneşe, aya ve yıldızlara taparlardı. Büyük devletler, hatta güçlü imparatorluklar kurdukları dönemde bile bu huylarından vazgeçmemişler; evreni yöneten tek tanrı düşüncesine ancak bin yıllar sonra ulaşabilmişlerdi. Dolayısıyla, bu denli basit bir evren anlayışına sahip insanların, dünyanın yuvarlak olduğunu fark edememeleri doğal karşılanmalıydı.

    Sanırım okurlar kendi ilkokul yıllarından benzeri anıları canlandırmışlardır gözlerinde, bu satırları okurken. Ama işin daha ciddi yanı, bu güçlü önyargıların ilkokul çağıyla sınırlı kalmayıp, yaşamı boyunca günümüz insanının beynine çakılmasıdır. Tarihe ve “uygarlık” kavramına bakışımızın ilke ve ölçütlerini belirleyen Batılı düşünce sistemimiz, günümüzde gelinen noktayı “mümkün olan tek uygarlık” olarak görme eğilimini çok güçlü olarak yaşatır çünkü. Bu, bilimsel edinimlerle ortaya çıkacak gelişmeleri ve bu gelişmelerin toplumsal yapıya uygulanmasını, net bir “çizgisellik” içinde değerlendiren, aslında son derece tutucu bir felsefeden kaynaklanır. Bu felsefeye göre uygarlık yolunda ilerleyen insanlık, zorunlu birtakım aşamalardan geçerek ve bilimsel kazanımlarına yenilerini ekleyerek, sanki ezelden beri var olan bir merdivenin basamaklarını tırmanır: İlkin mağaralarda toplu yaşam ve sosyal örgütlenmenin ilk biçimi ortaya çıkar; sonra tahıl ekiminin bulunmasıyla tarımın getirdiği olanaklardan yararlanılır ve “yerleşik yaşam” başlar; derken tekerlek bulunur, yük taşıma ve ulaşım kolaylaşır; sonra alfabe geliştirilir, bilgi yazıya dökülmeye başlar; tek tanrı düşüncesi ortaya çıkar ve gerçek merkezi krallıklar oluşur; teleskop bulunur ve gök cisimleri incelenir hale gelince evren anlayışı değişir; barutun kullanımıyla yeni silahlar üretilir; buhar makinesi bulunur, sanayi devrimi gerçekleştirilir; derken sırayı dört zamanlı motorlar alır, otomobil ortaya çıkar; aerodinamik üzerine çalışmalar yoğunlaşır, uçak icat edilir; nihayet, ampul, radyo dalgaları, atom çekirdeğinin parçalanması ve uzay yolculuğuyla çizgisel tırmanışın basamakları muhteşem uygarlığımızın “modern” düzeyine ulaşır. Dilerseniz yeni basamakları bilgisayar teknolojisi, soğuk füzyon ve genetik mühendisliğiyle yukarı doğru tırmandırmayı sürdürebilirsiniz. Tıpkı, Sid Meier’in bütün dünyada çok sevilen ve milyonlarca kişi tarafından oynanan ünlü bilgisayar oyunu “Civilization”daki gibidir her şey yani.

    Bu düşünce, “aklın yolu bir” özdeyişiyle de inanılmaz bir paralellik içindedir: Aşılması gereken aşamalar, edinilmesi gereken bilimsel deneyim ve kazanımlar sanki çok önceden bellidir ve biz bir yazgıyı izler biçimde, er ya da geç bu basamakları tırmanmaya başlarız. Ancak doğru basamağa erişildiği anda “uygarlık ileri gitmiş” olur. Bu mantık uzantısında, “falan ülke filan ülkeye göre 100 yıl daha ileri” gibi, rasyonellikten çok pragmatikliğe prim veren “değer ölçüleri” çıkar ortaya. Daha fenası, bilimi egemen üretim ilişkileri ve üretim sisteminin dışında görerek “mutlak ilerleme”nin nesnel temsilcisi düzeyine yerleştirmekle bağlantılı bir anlayıştır bu. Son üç yüz yıldır adeta tapınılır hale gelen “teknoloji”nin, evreni kavramaktaki nesnel ve idealist amaçlarla değil, doğrudan doğruya bilimi kendi “kâr” güdüsü doğrultusunda “istihdam eden” kapitalizmin çabalarıyla biçimlendiğini görmezden gelir. Bu, sınıf, çıkar grupları ve üretimden daha büyük pay alma kaygılarından bağımsız, neredeyse “tanrı katında” bir yerlere yerleştirilen bilimin; bütünüyle düşük maliyet, yüksek kâr ve daha büyük ölçüde üretim uğruna kapitalizm tarafından hadım edildiği gerçeğini sürekli göz ardı etmekten başka bir şey değildir. “Marka”ların fetiş; “pazarlama”nın yeni din ve “borsa”nın modern tapınaklar haline geldiği “çağdaş” imparatorluklarımızda bilim çoktan teknolojiye kurban edilmiş durumdadır.

    Ünlü tarihçi Georg Ostrogorsky, Bizans imparatorluğunu tanımlarken, en yalın haliyle onun üç unsurun bileşimi olduğunu vurgular: Hıristiyan inanç sistemi, Roma devlet geleneği ve Yunan felsefesi. Ben bu formüldeki bileşenleri biraz değiştirerek, bugün “modern toplum” ya da “çağdaş uygarlık” olarak görme eğiliminde olduğumuz Batı anlayışının çekirdeğinin analiz edilebileceği inancındayım. Bu, Yahudi/hıristiyan (Judeo-Christian) tektanrıcılığı; Yunan düşünce sistemi ve Roma imparatorluğumun askeri/siyasi anlayışından oluşan ve giderek ısrarla “çağdaşlık yolundaki tek alternatif’ olarak küreselleşmeye çalışan bir modeldir.

    Bugün ekonomik anlamda “teknoloji” denen unsurla üretim sisteminin öznel amaçlarına, siyasi anlamda da devlet-iktidar-bürokrasi üçlüsüne teslim edilen bilim, neyse ki doğası ve varoluşu gereği meraklı, kuşkucu ve “devrimci” olmak zorundadır. Yok edilmeye çalışılan bu kökünün zaman zaman su yüzüne çıkmasıyla bile, dayatılan “çizgisel tarih” ve “uygarlık merdivenleri” anlayışlarının aslında ne denli siyasi ve sınıfsal bir yaklaşımın ürünü olduğu sergilenebiliyor. Ama Batı uygarlığının, daha net bir ifadeyle günümüzdeki “Roma özlemleriyle yanıp tutuşan” modern kapitalizmin etkileri o denli güçlü ki, bağrından ona antitez olarak doğurduğu Marksist düşüncede bile bu “çizgisel tarih” anlayışının izlerini insanı dehşete düşürecek netlikte hissedebiliyoruz. (Üretici güçlerin “doğal” gelişim sürecine bağlı aşamalar olarak sunulan “ilkel topluluk köleci toplum feodal toplum kapitalist toplum sosyalist toplum” dönüşümünün Marksist çözümlemedeki biçimsel varlığı bile bunu algılamaya yeterli.)

    Uygarlığın bugün gelmiş olduğu nokta, daha ilerisi için de düşgücü uzantısında ipuçları sunan bir tür “yazgı” gibi değerlendiriliyor modern kültürde. Bense, bu “yazgı”yı oluşturan ve insanlığı bugüne getiren değişkenlerin, tıpkı İ.Ö. 3150’deki Tufan ve İ.Ö. 1650’deki yerkabuğu hareketleri gibi, büyük ve küresel afetlerce belirlendiğini düşünüyorum. Bunu ileri sürerken de, “yazgı” kavramının bilinen en eski kullanımına, “gezegen yörüngesi” anlamına dikkat çekmek istiyorum.

    Köklerinin çok daha eskiye, belki Sümer’in bile öncesine dayandığını bildiğimiz Babil Yaratılış Destanı, ilk dizesinden bilinen adıyla “Enuma Eliş”, güneş sistemimizin oluşumunu bugün bize masalsı gelen bir dille anlatırken, gezegenlerin kendi yörüngelerine kavuşmalarını da daha önce vurguladığımız gibi, onların “kader tabletlerine sahip olmalarıyla bağlantılı olarak ele alır. Bu şiirsel metinde, henüz kararsız denge içinde olan güneş sistemimizdeki gezegenlerin bugünkü bilinen yörüngelerine ilahi bir müdahaleyle nasıl yerleştirildiklerinin hikâyesini buluruz. Söz konusu müdahale, uzaklardan gelen “Marduk” tarafından gerçekleştirilmiştir:

    “... göklerde parlayan yıldız
    Başlangıç ve Gelecek onun ellerinde olsun, herkes ona saygı göstersin
    Diyelim ki: O dinlenmeksizin yolunu Tiamat’ın ortasından zorla geçirdi
    Onun adı Nibiru olsun, Ortayı Ele Geçiren
    Çünkü gökyüzündeki yıldızlara yollarını o sağladı
    O bütün tanrıların çobanı oldu”

    Marduk’un aldığı bu Nİ.Bİ.RU adı, Sümer dilinde “Geçiş Gezegeni” anlamına geliyor. Uzaklardan hızla yaklaşan ve güneş sistemimizde bir dizi çarpışmayla birlikte gezegenlerin yörüngelerini düzenleyen Marduk, Enuma Eliş’te bütün tanrısal kimliğine paralel olarak aynı zamanda bir “gök cismi” biçiminde ele alınıyor. Yani, bir gezegen. Ama işlevi ve yörüngesi dolayısıyla o denli önemli bir gezegen ki bu, Marduk’u iyiden iyiye güçlü bir tanrı, “diğer tanrıların çobanı” haline getiriyor.

    Nibiru/Marduk’un kimliğine, hangi gezegen olduğuna değinmeden önce, eskiçağ toplumlarıyla bizim Batılı evren anlayışımız arasındaki en önemli farkın, gelip “yazgı” sözcüğünde düğümlendiğini vurgulamakta yarar var: Yukarıda çerçevesini çizdiğimiz üzere, biz uzaya ve zamana “çizgisel” (lineer) bir anlayışla yaklaşıyoruz. Oysa binlerce yıl önceki atalarımız, “döngüsel” (circular) bakıyorlardı evrenin yasalarına. Aradaki bu son derece temel fark, bizim tarihi, zamanı ve uygarlık kavramını, başlangıcı ve sonu belli olmayan, önceden belirlenmiş bir merdiven gibi görmemiz sonucunu doğururken; sözünü ettiğimiz eski toplumların, başlangıcı ve sonu aynı noktada birleşen döngülere dayalı bir evren yaklaşımı geliştirmeleri anlamına geliyordu. Bu döngüsellik, ilk başta yarattığı hissin aksine, her şeyin sürekli olarak kendini tekrarladığı (bizim “tarih tekerrürden ibarettir” deyişimize benzeyen) bir evreni betimlemez. Tam tersine, başlangıç ve sonuçlar aynı noktayı işaretlese de, bir döngünün tamamlandığı yerde başlayan yeni döngü, merkezi bambaşka bir düzlem üzerinde olan bütünüyle farklı bir çembere benzemektedir. Aynı noktaya teğet olan, sonsuz sayıda çember olarak düşünebiliriz bunları. Bu çemberlerin hiçbiri bir diğerinin aynısı olmayacak; buna karşılık belli bir “an”da hepsi aynı noktadan geçeceklerdir: Yani, birinin bitip, diğerinin başladığı noktadan. Bunun zaman çizelgesindeki anlamı (tam olarak doğru olmasa da) eşit uzunluktaki zaman dilimleriyle belirlenen, farklı niteliklere sahip “çağ”lardır. Dolayısıyla, döngülerin başlangıç ve bitişleri, evrenin bu yapısı içinde kaçınılmaz zaman dilimleriyle belirlenmiştir eskiçağ anlayışında; “yazgı” denebilecek tek olgu budur. Aynı noktaya teğet olan çemberlerin mutlaka bu noktadan (istasyondan) geçmeleriyle aynı şeydir yani. O çemberlerin çapını, bir başka deyişle döngünün uzunluğunu (ya da “yazgı”nın nicel boyutunu) belirleyen unsur da, “kader tabletleri” anlayışında bir örneğini gördüğümüz gezegen yörüngeleridir.

    Modern kozmolojinin bugün geldiği nokta, ne gariptir ki eskiçağ uzay ve zaman anlayışını büyük ölçüde doğrular niteliklikte. Evrenin ve uzayın “yuvarlak” bir yapıya sahip olduğunu bugün artık net olarak biliyoruz. Uzay eğridir, galaksiler ve güneş sistemlerinin yapıları ve hareketleri eğridir; dolayısıyla, “zaman” da eğridir. Eğimi aynı yöne doğru olan ve hiç değişmeyen bir çizgi gibi algıladığımız zaman, aslında eğri, dairesel (daha doğrusu eliptik) bir hareketle aynı niteliği taşıyor. Yani tıpkı eskilerin düşündüğü gibi.

    Evreni ve uzayı hâlâ, Eski Yunan’dan kalma alışkanlıklarla, üç boyut içinde tanımlanan bir “Euklides Uzayı” olarak görüyoruz. Gözlerimizin önünde, çoğu kez bir kübik evren modeli beliriyor bu nedenle. Böyle bir uzayda, belli bir noktadan, bir diğerine giden dümdüz çizgiler görmeye çalışıyor ve buna “zaman” diyoruz. Oysa artık anlaşılıyor ki işler hiç bizim bildiğimiz gibi değilmiş! Evrenin “sonsuzluğu” bile tartışma konusu, çünkü bu sonsuzluk ancak sözünü ettiğimiz döngülerin sonsuzluğuna bağlı bir olgu. Evren ve uzay, yuvarlak, eliptik ve son derece hareketli. Bu nedenle, Euklides Uzayı’ndaki gibi, iki nokta arasındaki en kısa yol onları birleştiren çizgi değil. Böyle bir çizgi, uzayın hiçbir yerinde yok; dolayısıyla çizgisellik de yok. Antik çağ toplumlarının bilgeleri de bundan çok farklı bir şey söylemiyorlardı zaten.


    Abzu: “Kozmos” dediğimiz deniz

    On dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren matematik ve teorik fizikte atılan adımlar, gerçekten şaşırtıcı biçimde evrenle ilgili kavrayışımızı kökten değiştirecek niteliktedir ama bunların toplum tarafından asimile edilmesi; varılan yeni düşünsel noktaların günlük konuşma diline nüfuz edecek oranda kitlelerce benimsenmesi hiç de sanıldığı kadar kolay değildir. Georg Feuerstcin’ın da dediği gibi, bir bilimsel bulgunun genel kabul görüp insanlığın malı haline gelmesi, bugün var olan sistem için de en iyimser tahminle 15 ila 20 yılı alır. Akademik bilim bürokrasisine takılıp raflarda tozlanmaya terk edilen, reddedilen tezleri saymıyoruz bile.

    Bu anlamda, uzayın eğriliği ve evrenin yapısıyla ilgili “yeni” olarak aktardığımız bilgiler aslında on dokuzuncu yüzyıldan itibaren gündemde olan ve tartışılan tezlerle bağlantılıdır. Georg Friedrich Bernhardt Reiman, uzayın aslında nasıl bir yapıya sahip olduğuna ilişkin vardığı sonuçları daha 1854’te bilim dünyasının gündemine getirmişti; ne var ki aradan yüz yılı epey aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen bu bilginin dünya kamuoyuna bütünüyle mal edilebildiğini söyleyemeyiz.

    “Riemann’ın küresel uzay tasarımı, evrenimizin gerçek şeklinin de böyle bir uzay olarak düşünülebileceği fikriyle birlikte, bilim tarihinde görülen, alışılagelmiş dünya görüşünden en özgün ve en kökten kopuşlardan biridir. Yirminci yüzyılın önde gelen fizikçilerinden Max Born şöyle demiştir: ‘Bu sonlu ama sınırsız uzay fikri, dünyanın ne olduğu konusunda aklın ürettiği en önemli kavramlardan biridir.’ Tuhaftır, Born bunu derken Einstein’ın fikrine bir gönderme yaptığını sanıyordu, zira Einstein evrenbilim alanındaki çalışmasına, Riemann’dan diğer iki temel fikirle birlikte, bu küresel uzay kavramını da katmıştı, söz konusu öteki iki fikirse, uzayın eğriliği (kıvrılmışlığı) ile dört boyutlu bir eğri uzayın betimlenişiydi. Riemann bütün bu kavramlarla birlikte, daha yirmili yaşlarındayken küresel uzaya modern evrenbilimciler için aynı derecede ilginç- bir alternatifte de bulmuştu: ‘Hiperbolik uzay’. Bunları 1854’te, yirmi sekiz yaşındayken, Göttingen’de verdiği bir derste bilim dünyasına sundu. Bugün geriye doğru bakınca, söz konusu dersin modern evrenbilimin doğuşunu belirlediğini açıkça görüyoruz.”

    Buna rağmen, 1854’te Riemann’ın çığır açan düşüncesi, izleyen dönemde Einstein ve Born’un, Bertrand Russell’ın, William Kauffmann’ın ve nihayet günümüzde Stephen Hawking’in yaptığı katkılarla radikal biçimde değişen uzay kuramlarını “günlük yaşam” içine hala sokabilmiş değil. “Yapısı gereği devrimci” diye nitelediğimiz bilim, bir yerlerde, bir köşede gerçekten akla durgunluk verecek sonuçlara ve bulgulara ulaşmayı sürdürse de, “üretim biçimi ve üretim ilişkileri” içinde, yani “teknoloji”yle paslaşarak, bugün dünyaya egemen olan şirketler imparatorluğunun kâr hanelerini yükseltmeye yönelmeyen hiçbir bilimsel yenilik, kitlelere mal edilemiyor.





    [Yeni üye olduysanız üye onayınızı bekleyiniz ya da üye olmak için TIKLAYINIZ.]

  2. #2
    EKDG
    Üyelik Tarihi
    May 2015
    Nereden
    Paraguay
    Mesajlar
    3,180

    Seviye: 51 
    Tecrübe: 11,813,605
    Sonraki Seviye: 13,849,320

    Beğenmiş
    6,148
    Beğenilmiş
    12,265
    Adı Geçen
    0 Konu
    Etiketlendiği
    1 Konu
    Bir arkadaşım sürekli bahsediyordu Marduk'tan, hemen okumam lazım. Teşekkürler sevgili dostum, ellerine sağlık.

  3. #3
    Teknik
    Üyelik Tarihi
    May 2015
    Nereden
    çArşı - Beşiktaş
    Mesajlar
    8,848

    Seviye: 57 
    Tecrübe: 32,870,318
    Sonraki Seviye: 35,467,816

    Beğenmiş
    28,985
    Beğenilmiş
    19,621
    Adı Geçen
    0 Konu
    Etiketlendiği
    0 Konu
    Zaman için 4. boyut derler, bana göre ise 5. boyut da var, sağol dostum

FACEBOOK'TA PAYLAŞ

Konuya Mesaj Yazanlar: 2

profesyonel web tasarım
© Copyright 2021. Tüm Hakları Saklıdır. Çizgili Kitap | Çizgili Kitap Forum Kuralları